30 Aralık 2014 Salı

Bir Tanrı olarak Piyasa – Harvey Cox

Yıllardır teoloji ile ilgilenen biri olarak bana dünyada olup biteni, anlamam için iş dünyasında yazılanları okumam önerildiğinde, yeni bir söylem biçimi ile karşılaşmak umuduyla  heyecanlandım, ama çok geçmeden yanıldığımı anladım. 

Keşfedilmemişleri görmek yerine bir deja vu durumu yaşadım. Wall Street Journal, Time ve Newsweek gibi iş çevresi dergileri çarpıcı bir biçimde Genesis’i (Yaradılış) yansıtıyordu. Piyasa reformlarının ardındaki tanımlara, para politikasına ve Dow Jones’a baktığımda yavaş yavaş insan tarihinin içsel anlamının büyük yorumunu, işlerin neden ters gittiğini ve nasıl düzeltilebileceğini anlamaya başladım.
İlahiyatçılar çöküş hikâyeleri, günah ve yeniden kurtuluş doktrinleri ile insanlık tarihini anlatırlar. İş/sermaye dünyası da ince bir gizleme ile bu yönteme başvurur: Servetin yaratılışına ilişkin eski ahit’in iki kitabı, devletçiliğin baştan çıkarıcılığı, ekonomik döngülere esir olma ve son tahlilde, serbest piyasaların keşfi ile kurtuluş (özellikle Uzak Doğu ülkeleri için küçük çaplı bir kemer sıkma ile birlikte).
Bu görüşün ateşli taraftarlarına göre, Uzak Doğu ekonomileri, tıpkı insanlar gerçek inançlarını yitirdiklerinde felaketlerle karşılaştıkları gibi, serbest piyasa ortodoksisinden koptukları için, ahbap-çavuş kapitalizmine, etnik kapitalizme ya da devletçi kapitalizme yöneldikleri için krize girmişlerdi. Yaşanan krizlerin büyüklüğü ve yaygınlığı bu yeni kaderciliğe olan inancı sarssa da, iman tazelendi ve finansal kriz ile olan sınavından Piyasa Tanrı yenilenmiş olarak çıktı. Bir yatırım fonunun milyarlarca dolar zarar etmesine rağmen Fed başkanı Alan Greenspan, devlet düzenlemesinin yanlış olacağını ve piyasaların kendi düzenlemelerinin sürdürülmesi gerektiğini savundu. Aziz Paul de bize “gerçek inancın görülmeyen şeylerin kanıtı olduğunu” söylerdi.
Teolojik sistemlerin merkezinde Tanrı, yeni teolojik sisteminkinde ise Piyasa yer alır. Hristiyanlıkta tanrı her şeye sahiptir (omnipotent), her şeyi bilir (omniscient) ve her yerdedir (omnipresent). İnsanın görebilme yetisinden uzak olsa da bunlar geçerlidir ve bunu ancak inananlar bilirler. Piyasa da öğledir, her zaman biz ölümlüler kanıtlarını göremesek de, Piyasa da her türlü gücün üstündedir, her şeyi bilir ve her yerdedir. İnanmayanlar için bir ilahide şöyle söylenir : “Neden olduğunu anlayacağız…”
Şüphesiz insanlık tarihinin ilk aşamalarından bu yana pazarlar ve benzeri alış veriş noktaları olmuştur. Ama o dönemlerde “değer” ve “anlam”ın başka merkezleri, başka tanrıları olduğundan Piyasa asla bir Tanrı olmamıştır. Karl Polanyi’nin vurguladığı gibi sadece 200 yıldan bu yana Piyasalar bu yarı tanrıların üzerine çıkabilmiştir.
Tanrısal her şeye sahip olmak neyin gerçek olduğunu tanımlayabilmek demektir. Yoktan var etmek, vardan yok edebilmek demektir. Piyasaların henüz tam olarak erişemedikleri ama arzuladıkları böyle bir güç yaratılmış her şeyin metalaştırılması anlamına gelmektedir. Toprak örneğin binlerce yıl, bazıları esrarlı olsa da çeşitli amaçlarla muhafaza edilmiştir. Toprak; ‘ana’dır, atalarımızın yattıkları yerlerdir, kutsal dağlardır, büyülü ormanlardır, kabilelerin evidir, estetik ilham kaynağıdır, kutsal çimenlerdir ve dahası. Bugün doğru fiyattan satılamayacak toprak yoktur ve bu mezarlıkları dahi kapsar. Bunların hepsi şimdi bir potada eritilmiştir :  Gayrimenkul. Böyle bir kutsallıktan arındırma insanın toprakla olan ilişkilerini dramatik bir biçimde değiştirir. Aynı şeyler su, hava, uzay ve kısa süre sonra kutsal mekânlarla ilgili olarak da gündeme gelecektir.
Duanın en önemli bölümünde papaz şöyle söyler “bu benim bedenim”. Kastı İsa’nın bedeni, daha da ötesi ‘inanan tüm insanların bedeni’dir. Hem Hıristiyanlık hem de Musevilikte insan bedeninin Tanrıyı anlatır biçimde yaratıldığı öğretilir. Şimdilerde ise tersine bir göz kamaştırıcı dine dönüştürücü sunum içinde insan bedeni metalaştırılmaya başlandı. Süreç kan ile başladı, ama böbrek, deri, kemik iliği, sperm ve kalbin kendisiyle devam ediyor ve tüm bunlar mucizevî bir biçimde satın alınabilir şeylere dönüşmeye başladı. ABD’de insan genlerinin ticarileştirilmesi konusunda eski din kurumları olarak kabul edilen kilise ile yeni din piyasa yanlıları arasında bir mücadele hala sürüyor.
26 Ekim 1996 tarihinde Alman Hükümeti, 350 haneli bir eski Doğu Alman kasabası olan Lienberg’in içinde yaşayanlarına sormaksızın satılmasına karar verdi. Komünizmden nefret etmiş olan, çoğunluğu da yaşlı ya da işsiz olan kasabalılar buna bir anlam veremediler. Kasabaları içindeki 13.Yüz yıl kilisesi, kalesi, gölü, domuz av alanı ve 1400 hektarlık meşe ormanı olan kasabalarının satışına itiraz ettiler ve satış şimdilik ertelendi. Bugün Luther’in, piyasanın tılsımlı satışlarına müdahale etmesi çok daha zor olurdu. Kasabanın insanlarının çok iyi anladıkları gibi, şimdi her şey satılık, her şeyin üstünde bir fiyat etiketi var. Yaratılmış olarak değerlendirilebilecek her şey bir ticari meta haline getiriliyor.
Piyasa dininde insan hayatının değeri nedir? Şimdilik yeni din burada suskun, ama şimdilik. Bunun hesabı karmaşık olsa da imkânsız değil. Ciddi bir engelle doğan, dolayısıyla da ilerde üretken bir faaliyette bulunamayacak olan bir bebeğin yaşamının sonlandırılması yönünde Piyasa ısrarcı olmayacaktır, zira kâr ilaçtan, MR gibi araçlardan, organ nakillerinden de elde edilmektedir. Bunlar da bu hesabın içine katılmaktadırlar.
Üç sene önce, içinde bir özel demiryolları emeklilik şirketine ait, Aziz Saint Thomas à Becket’in küllerinin bulunduğu ve 12. Yüz yıldan kalma bir küçük değerli kutu Sotheby aracılığıyla satışa çıkartıldı. British Museum bunu alacak parayı sağlayamadı ve bir Kanadalı zengin bu kutsal, bir o kadar da ulusal hazineyi satın aldı. Son dakikada hükümet bunun ülkeden çıkartılmasını önledi. İlkesel olarak Piyasa dininde herhangi bir insan kalıntısının, cesedin ya da ulusal değerin  (Özgürlük Anıtı da dâhil) satılamaması için hiçbir neden mevcut değildir. Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği çarmığın kalıntıları orta çıkartılsa son tahlilde açık artırmada satış için yine Sotheby’ın önüne giderdi. Piyasa henüz her şeye kadir değildir (omnipotent), ama süreç hızla bu yönde ilerliyor.
Her şeyi bilme gücünü (omniscience) ölçmek biraz zor. Belki de Piyasa bu güce erişti ama geçici olarak ruhani bilgisini, Krallığı ve gücü mutlak düzeye ulaşana kadar, uygulayamayacak. Mamafih, mevcut düşünce tarzı piyasaya öyle bir kapsamlı bilgelik atfetmektedir ki, bu geçmişte sadece tanrıların sahip olduklarına inanılan bir bilgelik düzeyidir. Bize söylenen Piyasanın insanların neye ihtiyaçları olduğunu belirleyebildiği, bakırın ve sermayenin maliyetini, bir berberin ya da ceo’nun ne kadar ücret alması gerektiğini, jet uçaklarının, spor ayakkabılarının ne kadara satılması gerektiğini mükemmel bir biçimde bildiğidir.
Eski zamanlarda falcılar transa geçerlerdi ve endişeli meraklıları, tanrıların nasıl bir hava içinde olduğu konusunda bilgilendirir ve buna göre onlara seyahate çıkmanın, evlenmenin, ya da bir savaşı başlatmanın uygun olup olmadığını söylerlerdi. Bugün piyasanın gelgeç, kararsız arzuları ya da niyetleri Wall Street ya da finansın diğer duyusal organlarından gelen raporlarla netleştiriliyor. Böylece gündelik olarak Piyasaların endişeli mi, rahatlamış mı, gergin mi yoksa sevinçten havalara mı uçmakta olduğu konusunda bilgileniyoruz. Huşu içinde ortaya çıkan böyle ilhamlara dayanarak ustalar alım satım konusunda kritik kararlar verirler. Eskinin doymak bilmeyen tanrılarından biri gibi Piyasa ya ayı ya da boğa biçimine bürünür ama her koşulda beslenmeli ve mutlu edilmelidir.  Milyar dolarlık kurtarma söz konusu olduğunda iştah aşırıdır, ama onun açlığını bastırmanın alternatifi üzerinde düşünülmesi çok zor bir konudur.
Piyasa modlarının kahin ve falcıları çok yüksek gizemleri olan yüce papazlar konumundadırlar. Onların öngörülerine ya da önerilerine karşı çıkmak aforoz ve lanetlenmeyi beraberinde getirir. Bugün örneğin her hangi bir hükümet politikası Piyasayı kızdırırsa bundan sorumlu olanlar bedelini öderler. Hiç kimse Piyasanın her şeyi bilme yetisini sorgulamamalıdır. Tıpkı Calvin’in esrarengiz tanrısallığı gibi Piyasa gizemli bir biçimde işler, gözlerden ıraktır ama son tahlilde her şeyi en iyi o bilir.
Her şeyi bilme bazen davetsiz olabilir. Piskoposların geleneksel kitaplarında Tanrı “tüm kalplerin kendisine açık olduğu, tüm arzuları bilen ve ondan hiçbir sırrın saklanamayacağı bir varlık” olarak anlatılır. Onun gibi Piyasa da kalplerimizin en derin sırlarını ve arzularını bilir, ya da en azında bilme arzusundadır. Fakat şu iki durumda tanrısal güdünün farklılaşması söz konusu olabilir: Açıkça Piyasa x-ray her şeyi tarayarak bilmeyi ister, zira korku ve arzularımızı sondalayarak ve onları genel geçer çözümlerle karşılayarak amacını gerçekleştirir. Tıpkı geçmişteki tanrıların ateşli iman edenleri ve insanlara aracılık edenleri gibi, Piyasa da kendi aracıları üzerinden iş görür. Onlar güdüleyici araştırmacılardır. Uzun zamandan beri teolojinin yerini ruhun gerçek bilimi olarak almış olan psikoloji alanında yetişmiş olan ve ortaçağ itirafçılarının modern mirasçıları konumundaki bu araştırmacılar halkın gizli fantazilerini, kendine güvensizlikleri ve ümitlerini bulup çıkarmak için her şeyi didik didik ederler.
Bazen bu Piyasa dini döneminde kuşkucuların ya da özgür düşüncenin nereye gittiğini merak ediyorum. Örneğin bir zamanların Voltaire’i ya da H.L. Menckens’leri neden bugün yok? Bugünkü ortodoksinin kavrayışı şudur: Piyasanın bilgeliğini sorgulamak Tanrının tartışılamaz bilgeliğini sorgulamaktır. Metafizik ilke çok açıktır: Eğer bir şeyin gerçek olduğunu söylerseniz o gerçek olmak zorundadır. İlk Hıristiyan teologlarından Tertullian’ın söylediği gibi: “Anlamsız, saçma olduğu için İnanıyorum”  (Credo quia absurdum est)”.
Son olarak her dinin temel öğrettiği gibi Tanrı her yerdedir (omnipresent).Yeni din de bir istisna değildir. İktisat teorisinde son trend piyasa hesaplamalarının daha önce dışarıda tutulan örneğin, arkadaşlık ilişkisi, aile yaşamı, evlilik ve çocuk yetiştirme gibi her alana sokulmasıdır. Nitekim bir küreselleşme savunucusu Henri Lepage şimdi “toplam piyasa”dan söz etmektedir. Aziz Paul’un Atinalılara seslendiği gibi : “Tanrının içinde yaşarız, onunla eyleriz ve onunla var oluruz”. Tıpkı bunun gibi Piyasa sadece etrafımızda değil, içimizde, duyularımızı ve duygularımızı yönlendiriyor. Bu bıktırıcı misafirden azade hiçbir yerimiz kalmadı. Cennetin av köpekleri gibi bizi evden alış veriş merkezlerine kreşlere ve yatak odamıza kadar izliyor.
Eskiden, biraz da yanlı bir biçimde, iç dünyamızın ya da ruhani dünyamızın Piyasaya karşı dirençli olduğumuzu düşünürdük. Maddi ürünler için piyasa giderek dolup taştıkça, daha önce pazarlamaz dediğimiz, huzur, sükûn gibi şeyler de artık kataloglarda yer almaya başladı bile. Coşku ve ruhaniyet şimdi uygun jenerik biçimlerde sunulmaktadır. Öyle ki piyasa şimdi bizlere dinsel yararları eskiden olduğu gibi dua etmeye, oruç tutmaya ya da kendisine ulaşılabilmesi zor bir disipline sahip bir tür cemaatlerin taahhütlerine bağlı kalmaya gerek bırakmaksızın sunmaktadır. Huysuz ve kendini inzivaya çekmiş bir din adamına gerek duymaksızın, bir hafta sonu bu dinsel faydayı bir psikolog danışmandan alabilirsiniz.
Piyasanın din haline gelmesi ama bunun farkında olunmaması dinler arasındaki savaşın da aslında gereğinden fazla abartılmasına neden oluyor ve dinler arasındaki savaş gazete başlıklarında yer alırken asıl savaş alanı olan Piyasa dini gözden kaçırılıyor. Mevcut dinler, aralarındaki fark ne olursa olsun, en zorlu rakip Piyasa gibi gözüküyor, zira piyasa bir din olarak görülmüyor. Geleneksel dinler ile küresel piyasa dini arasında doğa ve insan konusunda radikal farklılıklar var. Hıristiyanlık ve Musevilikte örneğin yeryüzü tanrınındır. Tanrı insanı ona bir hizmetkâr ya da bahçıvan olarak atar ve onlar toprağın hizmetindedir.  Diğer inançlar da aşağı yukarı böyledir. Ancak Piyasa dininde özellikle de parası olan insanlar istedikleri her şeyi satın alırlar, ona sahip olurlar ve onu elden çıkartabilirler. İnsan bedeni, toplumun doğası ve yaşamın amacı konusunda da çatışmalar söz konusudur. Eski dinler özelliği olan yerlere modası geçmiş anlamlar yüklerler. Ama Piyasanın gözünde her yer değiş tokuş edilebilir. Piyasa olabildiğince az sayıda rahatsız edici özelliği olan homojen bir dünya kültürünü tercih eder.
Piyasa dini ile olan temel farklılıkları göz önüne alındığında geleneksel dinler arasındaki çatışma önemsiz gibi gözükmektedir. Ancak bunun yeni bir cihada ya da haçlı seferine yol açması olası gözükmüyor. Geleneksel dinlerin, yeni dinin doktrinlerine karşı çıkmaları olasılık dâhilinde değil, çoğu onun havarisi olmaya hazır ya da eski Nordik tanrılar dönemindeki Hıristiyan Azizlerin statüleri azalsa da korumaya razı olmaları gibi, onun tapınağında soğrulmaya razı durumundalar.
Mamafih, geleneksel dinler ile Piyasa arasında aşılması mümkün olmayan bir sorun var. Tüm geleneksel dinler “insanın sonlu bir yaratık olduğunu” ve “dünyevi her girişimin sınırları olduğunu” öğretirlerken, Piyasanın ilk emri “asla yeter diye bir şey yoktur” biçimindedir.
Siyasi Haber Sitesinden Alıntılanmıştır.
 Çeviren:  Mustafa Durmuş
“The Market as God, Living in the new dispensation”, Harvey Cox, http://www.theatlantic.com/ magazine/archive/1999/03) adlı makaleden Türkçe’ye Mustafa Durmuş tarafından kısaltılarak çevrilmiştir.
Harvey Cox: Harvard Üniversitesi’nde ilahiyat profesörü.



SUYUN ISISINA DİKKAT ETMEK DE FAYDA VAR...

FAKİR İZLE BAKALIM HAK VERECEK MİSİN?




İnsanlar bir şeyi yapamadığında sizin de yapmayacağınızı söylerler...
Eğer bir şeyi istiyorsan git ve al.   (Will Smith...)


Neden düşeriz?
Sana zaten bildiğin bir şeyi anlatayım.
Dünya her zaman güneşli ve gökkuşaklı değildir.
Dünya çok zor ve kötü bir yerdir.
Senin nasıl düşündüğün umurumda değil, o sana diz çöktürecek 
ve eğer ona izin verirsen seni orada tutacak.
Sen, ben ya da başka hiç kimse hayat kadar sert vuramaz.
Fakat önemli olan hayatın sana nasıl vurduğu değildir.
Önemli olan senin aldığın darbelere rağmen ilerleye bilmendir.
Ne kadar darbe aldığın ve ilerleyebilmendir.
İŞTE BÖYLE KAZANAN OLURSUN.
Acı, geçicidir.
Acı bir dakika, bir saat, bir gün hatta bir yıl sürebilir.
Fakat acı sonunda dinecektir.
Ve başka bir şey acının yerini alacaktır.
Eğer vazgeçersem, bu sonsuza kadar sürer.
Çok küçük bir hata...
Demek istediğim yarım adım geç ya da erken attığında başaramayabilirsin.
Yarım saniye yavaş ya da hızlı, yakalayamazsın.
Santimetreler bize etraftaki her şeyde gerekli.
Maçın her molasında, dakikasında ve saniyesinde.
Bir hayalin var, onu koruman gerek.
İnsanlar bir şeyi yapamadığında sana da yapmayacağını söyler.
Eğer bir şeyi istiyorsan git ve al. Bu kadar.
Sakın hata yapmaktan korkma.
Her zaman kazanamazsın fakat yenilgilerin kararlarını değiştirmesin.
Farklı bir şeyler yapabileceğine inanmalısın.
Olabileceğini söylese de,
...olamayacağını söylese de genellikle haklıdır.
Hep başarılı olmak istiyorum dersin ama kötü olmak istemezsin.
Sen sadece istiyorsun.
Sen partide kötü olmak istemiyorsun.
Havalı olmak istediğin kadar istemiyorsun.
Uyumak istediğin kadar başarmak istemiyorsun.
En derindeki korkularımız zayıf değildirler.
En derindeki korkularımız gücümüzün ötesindedir.
Bu bizim ışığımızdır bizi korkutan karanlığımız değil.
Derinine inmelisin, derinine ve kendine sormalısın.
KİM OLMAK İSTİYORSUN?
Seni neyin mutlu ettiğini kendinde bulmalısın.
Diğer insanların kulağına delice gelmesinin bir önemi yok.
Bir tercih yap.
Sadece karar ver.
Ne olacaksın, kim olacaksın, bunu nasıl yapacaksın?
Sadece karar ver.
Neden olmasın?
Neden MVP olmayayım?
Neden ligin en iyi oyuncusu olmayayım?
Ben bir neden görmüyorum. Neden, neden yapamam?
Çocuğa ne olduğunu söyledin mi?
Önemli olan senin ne kadar sert vurduğun değil.
Önemli olan senin nasıl vurulduğun ve buna rağmen ilerleyebilmendir.
Ayağa kalk.
Ayağa kalk ve asla pes etme.
Burada kalabilir, kendimizi harcatabiliriz.
...ya da.
Savaşarak ışığa geri döneriz.
Cehennemden tırmanarak çıkabiliriz.
Her seferinde bir santim tırmanarak.
Her an mümkün.
Ne olacaksın, bunun için ne feda edeceksin?
Başarılı olamıyorsun çünkü yorulduğunda pes ediyorsun.
"Matematiğim iyi değil." Bu doğru çünkü sen hiç matematik çalışmıyorsun.
"Şiirde iyi değilim." Çünkü daha önce hiç şiir yazmadın.
Doğuştan yeteneklisin.
Yeteneğini sadece saatlerce çalışarak geliştirebilirsin.
Eğer başkalarının daha iyi yaşaması için bir şeyler yapmıyorsan,
Vaktini boşa harcıyorsun.
Pes etmek için ağlama, devam etmek için ağla.
Beraberlik için ağlama.
Zaten acı çektin, zaten yıprandın. Bunun karşılığını al.
Eğer senin için neyin değerli olduğunu biliyorsan git ve onu al.
Ama zorluklara rağmen istekli olman gerek...
ve hedefine ulaşamadığın için hiç kimseyi suçlayamazsın.
Bunu korkaklar yapar ve sen korkak değilsin.
Sen ondan daha iyisin.
Her gün yeni bir gün.
Her an yeni bir an.
Öyleyse şimdi git ve onlara kim olduğunu göster.
Şimdi!
Sana ne kadar iyi olduğumu göstereceğim.
Şimdi'
Sen ne yapacaksın?
Çünkü sınırlar, korkular gibidir, sıklıkla...
...sadeece bir illüzyondur.



9 Aralık 2014 Salı

Özde Faşizmin 14 Temel Özelliği
Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt yememiş içmemiş, 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler'in Almanya'sı, Mussolini'nin İtalya'sı, Franco'nun İspanya'sı, Suharto'nun Endonezya'sı, Pinochet'nin Şili'si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit etmiş.

Britt'in çok tartışılan, hatta Umberto Eco'nun bir yazısından fazlaca esinlendiği söylenen ünlü makalesi, 'yeni başlayanlar için 14 derste faşizm'i anlatıyor:



1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik: Faşist rejimler, sürekli olarak vatansever şiarlar, sloganlar, semboller, marşlar ve diğer ıvır zıvırı kullanma eğilimindedir.

2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi: Düşmandan korku ve güvenlik ihtiyacı nedeniyle, faşist rejim altındaki insanlar, 'ihtiyaç' gereği belirli durumlarda insan haklarının göz ardı edilebileceğine ikna edilirler. İnsanlar işkence, yargısız infaz, siyasal suikast, uzun süreli gözaltı gibi uygulamalara karşı başını başka tarafa çevirme, hatta bunları onaylama eğilimindedir.

3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması: Ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden düşmanın ortadan kaldırılması için insanlar histerik kalabalıklara katılıp sokaklara dökülür; Bu düşman tanımının içinde ırksal, etnik ya da dinsel azınlıklar, liberaller, komünistler, sosyalistler, teröristler, vs. vardır.

4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi: Yaygın yerel sorunlar olduğunda bile, orduya hükümet bütçesinden aşırı miktarda pay verilir ve yerel gündemler göz ardı edilir. Askerler ve ordu hizmetleri alabildiğini yüceltilir.

5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı: Faşist ulusların hükümetleri, neredeyse tamamen erkek-egemen olma eğilimindedir. Faşist rejimlerde, geleneksel cinsiyet rolleri daha katı hale getirilmiştir. Kürtaj karşıtlığı ve homofobi had safhadadır.

6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması: Kimi zaman medya hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda dolaylı olarak diğer genelgeler, mevzuatlar, sempatik medya temsilcileri ya da yöneticileri tarafından kontrol edilir. Sansür, özellikle savaş dönemlerinde oldukça yaygındır.

7. Ulusal güvenlik takıntısı: "Korku" hükümet tarafından, kitleler üzerinde harekete geçirici bir araç olarak kullanılır.

8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi: Faşist ulus hükümetleri, ulus içindeki en yaygın dini, kamuoyunu manipüle etmek için bir araç olarak kullanır. Dini retorik ve terminoloji, dinin ana doktrinlerinin hükümet politikalarına veya eylemlerine tamamen karşıt olduğu durumlarda dahi, hükümet liderleri tarafından yaygın olarak kullanılır.

9. Özel sermayenin gücünün korunması: Faşist uluslardaki sanayi ve iş aristokrasisi, sıklıkla hükümet liderlerini iktidara getirenlerdir. Bunu hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki tesis ederek ve belli bir iktidar eliti yaratarak yapar.

10. Emek gücünün baskı altına alınması: Faşist hükümete karşı tek gerçek tehdit emeğin örgütlü gücü olduğundan, işçi sendikaları ya tamamen saf dışı edilir ya da şiddetle baskı altına alınır.

11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi: Faşist uluslar, yükseköğrenim ve akademiye karşı açık bir düşmanlığı körükler ve teşvik eder. Profesörlerin ve diğer akademisyenlerin sansüre uğraması, hatta tutuklanması yaygındır. Sanatta ifade özgürlüğü açıkça saldırı altındadır ve hükümetler genellikle sanata bütçe ayırmayı reddeder.

12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma: Faşist rejimlerde, polislere kanunları zorla uygulamaları için neredeyse sınırsız bir yetki verilir. İnsanlar genellikle, polisin suiistimallerine göz yummaya ve hatta vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden feragat etmeye razı olur. Faşist uluslarda, sınırsız güce sahip ulusal bir polis kuvveti vardır.

13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama: Faşist rejimler neredeyse her zaman, yönetim kadrolarına birbirini atayarak hükümetin güç ve otoritesini onları hesap vermekten korumak için kullanan bir grup ahbap ile müttefikleri tarafından yönetilir. Ulusal kaynakların ve hatta hazinenin tahsisi ya da bunların hükümet liderleri tarafından açık bir şekilde gaspı, faşist rejimlerde rastlanmayan bir olgu değildir.

14. Hileli seçimler: Faşist uluslardaki seçimler bazen tamamen göz boyama amaçlı yapılır. Diğer zamanlarda ise seçimler, çamur atma kampanyaları, hatta muhalefet adaylarının öldürülmesi, seçmen oylarının ve seçim bölgelerinin kontrolü için yasama kurumlarının alet edilmesi ve medya manipülasyonu gölgesinde yapılır. Faşist uluslar, tipik olarak kendi yargı sistemini seçimleri manipüle ya da kontrol etmek için kullanır.


Ben Deli Değilim...!!!
Yazar Mario Levi başkanlığında sanatçı Yılmaz Erdoğan, Şizofreni Dernekleri Federasyonu Başkanı Doç Dr. Haldun Soygür’ün aralarında bulunduğu jüri tarafından şizofreni hastalarının yazdığı 95 öykü okunuyor. Yarışmanın birincisi, Kanatılmış Sözcükler Kitabı adlı öykünün yazarı yazar adıyla Süveyda Ölüdeniz de bir şizofren.



Videonun Metni

Ben deli değilim.Benden başka herkes deli olduğu için beni deli zannediyorlar.İnsanın kendi olabileceği tek yer akıl hastanesidir. Sanırdım... Yanılmışım. Delirmeye bile hakkınız yok burada. Tımarhane, delirme hakkının kutsandığı mabet değil midir? Değilmiş. İnsan tımarhanede bile delirme hakkını elde edemiyorsa ölsün daha iyi. Elektroşoklar tersini söylüyor bunun. Hasta bakıcının suratını görmem elektroşoka girmeme yetiyor da artıyor bile.Şehir cereyanlarını boşa harcamayınız efendim...

Hayatım boyunca kendim olabileceğim bir yer aradım. Bu yer bazen bir insanın yüzü oldu. Bazen sevdiğim bir kitapta altını çizdiğim bir cümle. Bazen ölüler gibi haftalarca susmanın saltanatını yaşamak. Bazen de denizin köpürdeyen mavi kaosunu eritmekti gözlerimde. Ama yetmedi. Sonuna kadar kendim olmak istedim. Evreni kanatmak pahasına. Sanatı denedim... Otoriteye karşı çıkanların birbirlerine karşı imgelerle iktidar olma çabası... Polis oldum efendim... Daha saygın. İnsanın kendi olabileceği tek yer gece ve kalbidir dedim... Ama insanın ruhuna bu izinsiz girişleri yok mu beni delirtiyor. ”Sevgilim beni ne kadar seviyorsun“lar, “Felsefe yapma aşka gel kendine gelirsin“ler, “İnsanları olduğu gibi kabul et mutlu olursun“lar. Ve bunun gibi. İnsanları olduğu gibi kabul edersem, bu savaşları, bu gizli sömürüyü, bu öldürücü şiirsizliği de kabul etmiş olmaz mıyım? Bu hem İsa’ya, hem Edip Cansever’e, hem kendime, yeni doğan çocuklara ve gökyüzüne ihanet etmek olmaz mı?

Hepimiz deliyiz. Akıllı taklidi yapmayı bıraktığımız anda tımarhaneye kapatılırız. Bense akıllı taklidi yapmaktan bıktım. Normal olmaya çalışmak deli olmaya çalışmaktan daha zor. Beni kimin delirttiğini gerçekten merak ediyorum. Babam olabilir diyorum. Lise 2 de derste beni kuşumla oynarken yakalayan son Osmanlı Padişahı tarihçi 4. Ali Bey de olabilir. Aşk inlemelerimi sürekli reddeden Aysel de olabilir beni delirten. Kısacası beni insanlar delirtti diyebilirim. Beni insanların çıldırtmasındansa, gökyüzünün çıldırtmasını isterdim. Karanlık yağmurun, müziğin. Beni çıldırtma hakkını insanlardan geri almalıyım.

Beni buraya kapattıran son çılgınlığımı anlatacağım..İntihar fikri yine tanrım olmuştu. Aynadaki yüzüme tükürüp silahımı aldım. Ve mahallemizdeki büyük Çukurca Camiine gittim. Caminin tavanına iki el ateş edip namazı böldüm. Gerginlik caminin duvarlarını patlatacak kadar büyüktü. Fazla vaktinizi almayacağım. Haklı olarak aşırı öfkelenip üzerime saldıran birini bacağından vurup sükuneti sağladım. Ve Perulu şair Cesar Mendoza’nın Acı Çekene Saygı şiirini okumaya başladım.Tanrıyla aynı fikirde değilim. İntihar edenlerin cehenneme gideceği konusunda. Kainatın yaratılışına katılmaktan bıktığımda ruhum, intihar edeceğim ben de.Denenmemiş bir yolla. Ben ateist değilim. Babasıymış gibi, tanrıya küsen bir çocuğum. Eğer tanrı intihar edenleri ve Nietzsche'yi cehenneme gönderirse cehennemde yanmayı tercih ederim ben de. Ben tanrı olsam peygamberler göndermez,direkt konuşurdum insanlarla.Ben tanrı olsam intihar ederdim. İnsanlarla birlikte acı çekmeyi öğrenemediğim için. Sessizlik ağır bi kaya gibi hepimizin üstüne çökmüştü. O sırada cemaatten yaşlı bir adam bana doğru yürümeye başladı. “Dur” dedim “dur!”. Dinlemedi...


Allah'ın kendin olduğunu anlayıncaya kadar hep acı çekeceksin dedi usulca. Bu sözler dikenli bi çalı gibi saplanmıştı içime. Ama acıtmıyorlardı. Sonrası... Burdayım işte. Dışardayken bir söz vermiştim kendime. ”Onlar ne yaparsa ben tersini yapacağım” diye. Onlar sanattan mı nefret ediyor? Ben inadına Mozart dinleyeceğim , ölü yazarlarla dostluk kuracağım. Sonbaharı ve seven'ı izleyeceğim. Sonuç: İnsanın tanrıya inancını kaybetmesinden daha kötü bir şey varsa, o da insanın insanlığa olan inancını kaybetmesidir. Siz insansanız ben insan olmayı reddediyorum. Deli olmam güllerle birlikte açmama, zamanın dışına taşmama engel değil. Burada delilerin söz söyleme özgürlüğünden bol bol yararlanıyorum. Geçen gün bağırmaya başladım. ”Deliliğini topluma kabul ettırebilene dahi derler. Ben ettiremedim tımarhanedeyim.” Güldüler... ”Deliliğiniz sizi özgürleştiremiyorsa hala akıllısınız demektir.” dedim. Güldüler... Şehir cereyanına bağladılar beni. Güldüler... Zaman geçti. ”Aklın fazlası cehennem” dedim. Güldüler... Artık çıplakken hiç bir şey söylemiyor insan. Kişiliklerim birbirleriyle yaşamayı öğrendı. Gidecek başka bir bedenleri olmadığını da anladılar sonunda. Burdan çıkmama az kaldı. Geçende kendi kendime “Cemal” dedim “Cemal!”. İsmim Cemal bu arada. ”Hayatı güzelleştirmek istiyorsan dünyanın en tehlıkeli şeyini sevmeyi oğrenmelisin... İnsanı. Buna kendini sevmeyi öğrenmekle başlayabilirsin.” Hak verdim Cemal’e. Güzel konuşuyordu. İnandım ona. Yeryüzünde insanlar tarafından kanatılmamış hiç bi sözcük olmadığını bilsem de, dünyaya aşık olmayı yeniden deneyeceğim. Cemal’e borcumu ödeyeceğim. Az kaldı... Bekleyin.

7 Aralık 2014 Pazar

ÖMER HAYYAM

Tanrı ile konuşmalar-1




BİR DELİNİN HAYKIRIŞI - Andrei Tarkovsky
Eğer aşka sınır koyarsak insan tamamen şekilsiz hale gelir; 
aynı şekilde eğer manevi yaşama sınır koyarsak insan büyük bir sarsıntı geçirir...